Osmanlı adası’nın önce zihinlerimizdeki zincirlerinden kurtarılması gerek. Kabul edelim ki, bize sığmayan, fazla gelen, ateşteki tencere gibi kenarından taşan bir tarafı var bu adanın. Çapını 777 bin kilometrekare içerisinden algılamaya çalışmak, cüssesini Anadolu platosuna sıkıştırarak anlatmaya kalkmak, sırtına modern şablonlar giydirmek, efsanedeki zalim Prokrust gibi o görkemli tabloyu kırpıp fakir dolaplarımıza tıkmak anlamına gelir. Prokrust da, tıpkı bizim gibi, standart ebatlardaki yatağına, uzun gelenlerin bacaklarını kırarak, kısa gelenlerin de gövdelerini de uzatarak yatırmıyor muydu?
O engin ve zengin coğrafyanın bir paftasında yaşıyoruz. Yunanistan’dan Cezayir’e, Yemen’den Moldova’ya, Mısır’dan Gürcistan’a kadar onlarca devlet ve millet onun harita parçaları üzerinde ikamet etmesine rağmen beyinler, tasavvur kabiliyetleri, algı eşikleri, atlasın bütününü kavramaktan aciz hale getirilmiş. Bu yüzden o bütünü her anlama çabamızda ister istemez kendimize benzettiğimiz bir ‘karikatür’ fırlıyor masamıza.
“Osmanlı mucizesi†denilince, Macaristan’daki sarıklı kadıdan tutun da Somali’deki esmer fellaha, Cezayir’deki ak sakallı deniz gazisine, Adriyatik’teki tecrübeli Raguzalı tüccara, Selanik’teki bıyıkları yeni terlemiş Mevlevi müridine, Süleymaniye’de çalışan Kayserili taşçı ustasına ve mahyacı Abdüllatif Efendi’ye kadar yatay ve dikey dilimler halindeki milyonlarca isim ve resim ile onlarca neslin terlerinden dikilen muazzam bir elbiseyi kastediyoruz. Bu engin coğrafyada yaşayan rengarenk halklar hangi maharetle idare ediliyor, bu denli farklı soydan insan ve cemaat ne tür bir sihirli tutkalla tutturuluyor, hangi sırlı kazanda karıştırılıp onlardan bugün hayran kaldığımız ürünler çıkarılıyordu?
Osmanlı, kendisini bir iddia ile kabul ettirdi. Neydi bu iddia? Osmanlı kendisini bir projeyle kabul ettirdi. Neydi bu proje? Osmanlı çağında tam da yapılması bekleneni yaptığı için başarılı oldu. Neydi o yapılması beklenen?
Osmanlı’nın iddiası, Braudel’in Balkan fütuhatı için söylediği gibi, mevcut düzenden daha insanî, daha akılcı, daha gerçekçi olanı getirmekte yatıyordu. Mevcut çelişkilere önerdiği daha elverişli çözümdür Osmanlı’yı başarılı kılan. Çözümünün alternatiflerinden iyi olduğunu, kabulündeki coşkudan anlayabiliriz: Timur kuvvetleri Ankara Savaşı’nda Osmanlı ordusunu yenince toprakları eski sahiplerine dağıtmıştı. Bir yerde sayaç sıfırlanmış, yüz yıl öncesine dönülmüş oldu. Diğer beyliklere bir şans daha verilmişti. Ama Fetret Devri’nden birkaç yıl sonra görüldü ki, çözüm yine Osmanlılardadır. Diğerleri yine başarısız oldu, Osmanlı önerisi yine kabul gördü.
Bu da bize, Osmanlıların gayet planlı, programlı, uzun vadeli bir strateji izlediklerini gösteriyor. Bunun için Gazi Evrenos Bey’in adımlarını takip etmek yeterlidir. Kuzey Yunanistan’ı adım adım fethederken, arkasında çil çil hanlar, hamamlar, camiler, vakıflar bırakıyordu bu akıncı gazimiz. Böylece “şimÅŸek hızıyla yayılmaâ€nın sırrını da açıklamış oluyordu. Velhasıl, yalnız kılıçla deÄŸil, hayır eserleriyle de fethetmiÅŸtik Rumeli’yi.
Osmanlı bugün bir çıkış yolu olabilir mi? Bu soru ‘Hangi Osmanlı?’ konusunu gündeme getirir. EÄŸer Osmanlı’yı bitmiÅŸ bir hadise olarak telakki ediyorsanız, evet tarihe karışmıştır. Ondan ancak müzecilik anlamında yararlanabilirsiniz. Oysa benim gibi Osmanlı’nın bitmediÄŸine inanıyorsanız, durum tamamen deÄŸiÅŸir. Osmanlı, insanlığın ÅŸafağından bugüne kadar uzanan “sonsuzluk kervanıâ€nın görkemli duraklarından biriydi. Bir mücadeleyi devraldı ve bayrağı, atom çağına kadar iyisiyle kötüsüyle getirmeyi baÅŸardı. Daha da önemlisi, sancağı ellerimize devretti ve gitti. Gitti mi gerçekten de? Aslında hayır, bir yere gitmedi. Aramıza karıştı. Osmanlı ruhu bizde yaÅŸamaya devam ediyor.
‘İnsanlığın Son Adası’na böyle bakarsanız, sular altında kaldığı için bir kıtayken bir adaya, Anadolu’ya büzülmüş görünen ve bu yüzden de gönül kasları bir yay gibi gerilmiş olan bizlere çok iş düşüyor. Suların çekileceği ve hatta kuruyacağı bir zaman mutlaka gelecektir. Kitabımız, zulüm ebediyen payidar olamayacaktır, demiyor mu? Dünyada zulüm devam ettikçe bir Osmanlı’ya her zaman ihtiyaç duyulacaktır. Buna inanıyorsak, bir zindana çevrilmiş bulunan beyinlerimizi temizlemek ve fıkrada Temel’in başını zindanın duvarlarına vurarak “Hatırla oni!†diye ağlaması örneğinden yola çıkarak, ne olduğumuzu hatırlama çabasına girmemiz gerekir. Bu muharref, bu felç edici, bu kötürüm bırakıcı tarihin zincirlerinden kurtulduktan sonradır ki, kurtuluş umudumuz yeniden filizlenecektir. Yani kurtuluş umudumuz aslında tarihte değil; bizde. Biz tarihte değil, tarih bizde kurtulacaktır.
300 yıldır gerileyen bir tarihin evlatları olduğumuz öğretildi bize. Bir başka gözlükle bakınca görüyoruz ki, bu 300 yıl, yükseliş dönemine parmak ısırtacak başarılarla, inceliklerle, adam gibi adam resimleriyle örülü. Karlofça bize bir utanç sayfası olarak okutuldu. Oysa şimdi anlıyoruz ki, Rami Mehmed Paşa’mız, Kutsal İttifak karşısında hiç de yenik bir devletin diplomatı gibi diz çökmemiş, Osmanlılık şeref ve namusunu sonuna kadar korumuştu. Öte yandan Lozan’ın zafer olduğundan övgüyle söz edilir. Oysa Yunanlılardan Anadolu’da zulümlerinin, yaktıkları kasaba ve şehirlerin tazminatını dahi almamış, böylece en azından onları tarihin gözünde suçlu bırakacak en değerli kozu elimizden kaçırmışızdır.
Yenik düşmüş bir tarihin vârislerinin kalp ve beyinlerinin özgür ve kendine güveni tam olarak yetişmesini bekleyebilir misiniz? Umut, kendimizdedir dostlar. Tarihi yeniden ve farklı bir gözle okumak, karanlık sayfalarında şimşekler çaktırmak bunun için önemli. Onu bir masal kitabı gibi esneyerek okumanın faydası yok. Öğrensek ne olacak o tarihi? Hatta öğrenmesek daha iyi belki de. Önemli olan, bizi geçmişe değil, bugünün kördüğümlerinin üzerine, geleceğin ufuklarına itecek bir tarih okumak ve okutmak.
Velhasıl, umudumuz tarihte değil. Aksine, tarihin umudu bizde. Baksanıza, tarih, gövdesindeki donmuş enerjiyi boşaltacak yer arıyor ve ayçiçeğinin yüzünü güneşe dönmesi gibi, bize her fırsatta göz kırpıyor.
Muhalif Yahudi yazar İsrael Şamir’in başlıkta alıntıladığım çağrısını bunun için önemsiyorum: “Geri gel ey Osmanlı!†Asırların yirmi birincisi de senin gür sesini hasretle bekliyor.
Mustafa ArmaÄŸan
Geri Gel Ey Osmanlı! diye bir içten gelen bir ses ister istemez iyi niyet sahibi her insanın içinde belirir hemen hemen Muhammed Fatih’in döktürdüğü ÅŸahi topları sanki tüm küfünü üzerinden silkeleyerek dünya üzerinde bulunan zulüm abidesi olmuÅŸ bütün putları yıkmasını bekleriz, heyhat böyle bir ÅŸey asla gerçekleÅŸmeyecektir. mekanı cennet olsun ne Muhammed Fatih hazretlerinin nede ismi unutulmuÅŸ binlerce mücahidin adına gerek kaynaklardan gerekse mezar taÅŸlarındaki ince bir çizgiye kadar ne kadar materyal varsa toplanıp yüzlerce ciltlik kitaplar yazılsa yinede bitmez, lakin türkçe’yi yeni öğrenmeye baÅŸladığı yıllardan tutunda üniversiteyi bitirinceye kadar osmanlıya geri gel diye özlem duyan her vicdan sahibi kiÅŸi eÄŸer ki yine Osmanlı’nın niçin yıkıldığına dair bir elin parmakları kadar olsun sebep söyleyemiyor ve bir hakikate ulaÅŸamıyorsa bir ÅŸeyler eksik öğretiliyor yahut eksik öğreniyoruz demektir. daha doÄŸrusu boÅŸuna okumuÅŸ demektir..